Kesiyoruz zamanı iki ucundan
yani biz-ada ile ben-
Mor salkımla güvercin arası bir saatteyiz
sözleşip ayrılıyoruz oracıkta
o bir başına kalıyor-ada-
ben bir başıma
Edip Cansever
Ne zaman bir adaya gitsem tuhaf bir aşinalık içinde kendimi evimde gibi hissediyorum. Bunu ilk kez üniversite yıllarında Büyükada’ya gittiğimde fark ettim. Evler, konaklar, bahçeler çok göz alıcı ve görkemli olmakla birlikte ulaşılmaz ya da bambaşka bir dünyaya ait değil gibiydi. Ada’da yaşayanların hiçbirisini tanımasam da bana dostça davranacaklarından emindim sanki. Tanıdık bir şeyler vardı Büyükada’da hiç yadırgamadığım. On sekiz yaşının getirdiği umut ve neşe dolu o ruh halinin bir uzantısı zannettiğim bu duygu seneler sonra beni Bozcaada ve Gökçeada’da da yakaladı. Çınarların altındaki kafelerde oturmak, renkli detaylarla süslenmiş evlerinin sıralandığı sokaklarda yürüyüş yapmak, çam ağaçlarının serin gölgelerinde uzanıp hayallere dalmak, bakkalıyla, manavıyla, lokanta işletmecisiyle, ya da kahvede oturan bir adalıyla sohbet etmek sanki yıllardır yapageldiğim şeyler, gündelik hayatımın bir uzantısıydı bir anlamda. Huzur, güven ve neşe içinde geçirdim adadaki günlerimi. Sonrasında aklıma düştü, acaba ada neyi temsil ediyordu benim içimde? İlk defa geldiğim bu adalarda evime dair ne vardı bu kadar tanıdık?
Bunun izlerini çocukluğumda buldum sonunda. Adana Seyhan baraj gölü kıyısında kurulmuş olan DSİ lojmanlarında doğmuşum ben. Bütün çocukluğum çam, akasya, karabiber ve meyve ağaçlarıyla bezenmiş, tek katlı ve bahçeli evlerin yer aldığı bu lojmanlarda geçti. Etrafı çitlerle çevrili, bekçi kontrolünde giriş çıkışları olan bu yer şehirden oldukça uzak, sessiz ve sakindi. Ancak hafta sonları şehirde yaşayan insanlar kalabalık gruplar halinde piknik yapmaya göl kenarına gelirlerdi. Davullar zurnalar, mangallar, toplar ve ipler ellerinde sabahtan akşama kadar mavi ve yeşilin buluştuğu göl kıyısında yani lojman alanımızın içinde piknik yaparlardı. Bir keresinde bahçemizde mangal başında kebap yapan bir ailenin kapımızı çalıp su istediklerini hatırlıyorum. Biz böylesine kalabalık günlerde, özellikle Pazar’ları evden pek çıkmazdık. Diğer zamanlarda ise gecesiyle gündüzüyle tüm lojman alanı bizimdi. 1960-70’li yıların Türkiye’sinde farklı bölgelerden tayin olmuş memur ailelerinin oturduğu lojmanlarda her evden en az üç çocuk sesi gelirdi. Neredeyse doğduğumuz günden itibaren tanış olduğumuz arkadaşlarımızla gece gündüz demeden yazları bahçelerde kışları ise evlerde güven içinde oyunlarımızı oynardık. Her ne kadar şehirden uzak ve izole görünse de özellikle biz çocuklar için büyük bir özgürlük alanıydı lojmanlar.
Yaz aylarında babam işten döndüğünde bizi göle yüzmeye ya da balık tutmaya götürürdü. O zamanlar gölün suyu pırıl pırıldı ve bol miktarda da balık vardı, kovalarımız boş dönmezdik hiç. Doğanın kucağında rüya gibi bir çocukluk geçirdim diyebilirim.
Yıllar sonra fark ettim ki adalardaki hayat bana lojmanlardaki yaşantımızı hatırlatıyor. Etrafı sularla çevrili ve tek girişi deniz yolu olan adalarda ben çocukluğumun güvenli ve huzurlu günlerine dönüyorum. Doğasıyla, insanıyla ve kültürüyle müstesna olan bu yerlere adım atar atmaz üzerime sebepsiz bir neşe geliyor, izleri o güzel çocukluk günlerime dayanan.
Hayatımıza tekne girdiğinden beri imkan buldukça Yunan adalarına gidiyoruz. Bu adalarda geçirdiğimiz günlerde de duygularım yine aynı, konuşulan dilin farklı olması hiçbir şeyi değiştirmiyor.
Bu yaz On iki Adalar diye anılan Dodekanez’de (Rodos, Halki, Tilos, Nisiros, Simi…) geçirdiğimiz günlerde bu mevzuyu, yani adalara dair duygu ve düşüncelerimi yeniden gözden geçirdim. Kendimle barışık bir içe dönme süreci yaşadığım ada günlerimde yeni bir farkındalık yaşadım. Aslında hepimiz birer adayız diye düşündüm, etrafı ömürle sınırlandırılmış bir ada… Doğduğumuzda oluşmaya başlıyor adamız, ölümümüzle beraber de yok oluyor. Adamızın ne kadar büyük olduğu yaşadığımız yıllara bağlı. Ancak çorak mı-yeşillik mi, bakımlı mı-bakımsız mı, bir kültürü var mı-kişiliksiz mi; hepsi bizim hayatı nasıl yaşadığımızla ilintili. Kocaman çorak bir ada olarak da kalabiliriz, yeşilliklerle çevrili cıvıl cıvıl küçük bir ada da. Hayatımıza yansıttığımız sevgi, paylaşım, yaratıcılık, enerji ve huzur bunun belirleyicisi oluyor. Bu arada bazı adalar yok olsa bile haritadaki yerleri hep kalıyor. Sanatçılar, bilim insanları, yazarlar, tarihi kişilikler bu hiç batmayan adalardan.
Adayla ilgili bu yaz ki düşüncelerim bununla da bitmedi. Şimdilerde içimdeki adanın peşindeyim. Acaba her ada benim içimdeki ada ile temas kurmamı mı sağlıyor? Evet, galiba ruhumda da bir ada taşıyorum ben, kendi özüme güvendiğim ve huzurlu hissettiğim bu ada orada hep var ama ben sisler içinde kaybolmuş bu adayı zaman zaman fark edemiyorum. Sisin bir kısmı hayatın olağan akışından kaynaklanıyor. Hastalıklar, kayıplar, ayrılıklar…Ama çoğu zaman o sisin yaratıcısı ben oluyorum. Gereksiz kaygılar, endişeler, hırslar ve tatminsizlikler o adayı görünmez kılabiliyor. İşte o zamanlar hafif de olsa bir rüzgara ihtiyaç var. Bazen beklenmedik bir hadise hayatımı alt üst edecek gibi görünse de o sisin dağılmasına vesile oluyor. Eğer içindeki mesajı anlar isem kötü gibi görünen olaylar ferah ve aydınlık pencere ve kapılar açıyor hayatıma. Bazen de bir kitap ya da bir dostun yürekten gelen sözleri dağıtıyor o sisi.
Bence en önemlisi o güvenli ve huzurlu adanın orada, içimizde var olduğunu bilmek. O bize ait, biricik ve tek. Yeter ki farkında olalım ve ihtiyaç duyduğumuzda orayı ziyaret edelim.
Adayla ilgili duygu ve düşüncelerim şimdilik bu kadar. Yaz bitinceye kadar düşünecek ve hissedilecek daha çok şey var. Bakalım nerelere götürecek bu ada sevdası beni.