
KALBİMDEKİ AHTAPOT
15 Şubat 2025Uçan ne varsa içimde, apaçık görünüyor
şu kanatların gezgin eşliğinde
Pablo Neruda (Uçuş)
Tekneyle denize her açılış, doğanın bağrına seyir anlamına geliyor benim için. İster çöle benzeyen o mavi enginliğin derinliklerinde isterse bakir bir koyun sinesinde olalım, doğanın bahşettiği güzellikleri yakalamaya çalışıyorum her fırsatta. Bulutların oyunbaz şekilleri, dalgaların beyaz köpüklü dansları ya da batan güneşin hüzünlü vedası çöldeki pınarlar gibi geliyor bana. En renkli görüntüler ise elbette ki insan eli değmemiş koylarda çıkıyor karşıma . Tekneyi çepeçevre saran ağaçlar, kuşlar, balıklar ve bilumum canlılar görsel bir şölenin yapboz parçalarına benziyor.Bunların içinde kuşlara bambaşka gözlerle bakar oldum son zamanlarda. Zira onlarla her karşılaşma ruhumu yükseltecek farklı sevinçlere vesile oluyor.
Gökova’daki bakir bir koyda bir bakıyorum ki çalıların arasında bir yalıçapkını, masmavi bir nazar boncuğu gibi duruyor dalın üzerinde ve derken yok oluyor birden bire. Mavi bir ok saplanıyor suya, ucunda bir balıkla gerisin geriye dönüyor. Yalı çapkını hemencecik eski hacmine kavuşuyor durduğu yerde. Yüzündeki ciddiyetin yerini gülümseme almış sanki ve biraz da gurur. Nasıl olmasın, gaga yapısı ve dalış tekniği, yüksek hızlı trenlerin teknolojisine ilham vermiş bir kuş o.

Turuncu göbeği, mavi sırtı ve kanatlarıyla bir renk cümbüşü defalarca açılıp kapanıyor dalla deniz arasında. Çocukluğumdaki renkli topaçlar gibi, seyri neşe ve eğlence vaat ediyor, izliyorum sonuna dek.
Bir sabah Adaboğazı’nda halatlarımıza kırlangıçlar konuyor. Uygur Türklerine göre kutsal olan bu kuşların insanları kazadan koruduğu düşünülüyor. Teknemiz kutsanmışçasına şükran doluyor içim, seyre dalıyorum kırlangıçları. Güneşin altında telaşsız öylece tünüyorlar. Ara sıra bir ikisi kıyıdaki ağaçların arasına uçup pek memnun geri dönüyorlar eski yerlerine. Gezinti ya da keşif mi yaptılar, karınlarını mı doyurdular anlamak mümkün değil. Mavi halatlar üzerinde tüylerini temizleyip kabartmaları, cıvıl cıvıl ötmeleri ve kimi zaman da sessizce etrafa bakınmaları hayatın basit zevklerini hatırlatıyor bana. Kendine özen göstermek, dostlarla muhabbet ve biraz sakin kalabilme becerisi kime iyi gelmez ki?

Bozburun’dayız, sabahın altısına kurmuşum saati. İlk kez demirlediğimiz koyda hangi kuşlar var merak ediyorum. Havuzluğa çıkar çıkmaz kekliklerin ötüşünü duyuyorum. Üç tane kınalı keklik çalılıkların arasından çıkıp münakaşa etmeye başlıyorlar. Kıpkırmızı gözleri, siyah çizgili kanatları ve tombul vücutlarıyla öyle güzeller ki. Bir anlaşmaya varmış olsalar gerek, ikisi kayalıkların üzerine çıkıyor, diğer bir tanesi çalılıklara geri dönüyor. Ufku tarıyor iki keklik yüksek kayaların üzerinde. Derken güneşin doğduğu yöne doğru bakıyorlar birlikte. Ne hissettiklerini ya da ne düşündüklerini merak ediyorum ama bunu anlamam mümkün değil. William Blake’in dediği gibi “nereden bilebilirim ki benim beş duyuma kapalı engin bir dünyanın hazzını yaşamadıklarını?”

Ben öyle kekliklere dalıp gitmişken bir melodi başlıyor kayalıkların birinde. Karşılığını sağdan, soldan, öteden, beriden çok çabuk buluyor. Kaya sıvacıları melodik ötüşleriyle varlık gösteriyorlar dört bir yandan. Sesleri o kadar güzel ki “mitolojide gemileri kayalıklara çağıran Siren’lerin sesleri de böyle miydi acaba?” diye düşünmeden edemiyorum.
Görsel ve işitsel şölen güneş göğe yükselinceye kadar devam ediyor. Sonra herkes eski yerine dönüyor, keklikler çalılıkların arasına, sıvacılar kayalıkların yarıklarına. Bense çayı koymak için içeri giriyorum
Serçe Limanı’nda gün batımına doğru bir çift kuş uçuyor tepelerde. Simsiyah gövdelerinden ve çıkardıkları sesten kuzgun olduklarını anlıyorum hemen. Kayalıkların en yüksek noktasına gidip konuyorlar. İçim yine hop ediyor. Kuzgunlara ilişkin duygularım Amerikalı şair Edgar Alan Poe’nunki gibi korku üzerine değil. “Kuzgun” adlı şiirinde Poe cehennemlerden gelen “uğursuz kuş ya da şeytan” olarak anıyor kuzgunu. Bense bir çok eski inançta olduğu gibi bilge olduklarına düşünüyorum bu kuşların ve biraz da gizemli buluyorum onları. Kondukları tepeden defalarca bağırıyor kuzgunlar “korrk korrk korrk” diye. Sonra tekrar uçup gidiyorlar tepemizden geldikleri yöne doğru. Karanlık çökmeden önce şahit olduğum bu gösteri hayatın gizemleri üzerine düşündürtüyor beni. İçime dönüp tefekküre dalıyorum. “Kim korkmamıştır otururken kendi kalbinin perdelerinin önünde” diye sesleniyor R.M.Rilke, Duino Ağıtlarında. Koyun karanlığında bir ürperti geliyor içime, şalıma sıkı sıkıya sarılıyorum.
Yeşilova körfezinde bir koydayız. Sabah vakti bir karabatak yanaşıyor teknenin yanına. Elimde fotoğraf makinesiyle atlıyorum denize hemen. Hızlıca uzaklaşıyor karabatak ve asla on metreden yakınına yaklaşmama izin vermiyor. Alanına saygı duyup tekneye geri dönüyorum. 30 milyon yıl öncesinden evrimleşmeye başlayan, deniz suyunu tuzundan arındırarak içme becerisine sahip, tüyleri sayesinde suda kaldırma kuvveti oluşturabilen bu kadim kuşun elbet bir bildiği vardır diye düşünüyorum. Öğle sonrası aynı karabatak bu sefer kıyıda görünüyor. Telaşla dalıp çıkıyor suya. Makinemle tekrar denize giriyorum. Karabatak av üstünde, mesafeye falan aldırmıyor. Teker gibi dönen balık sürüsünün içine dalıp yakaladığını midesine indiriyor. O kadar yakınındayım ki elimi uzatsam okşayacağım karabatağı. Yok böyle bir niyetim, o da farkında. Tek arzum bu eşsiz sahneleri fotoğraflamak. Bir süre sonra yoruluyorum sürünün peşinde koşmaktan. Karabatağın balık tekerini döndürerek uzaklaşmasını son bir kez seyredip dönüyorum tekneye. O gün iyi iş çıkarıyoruz karabatak ve ben, onun karnı benim gözüm doyuyor.

Karabatakların suyun altındaki av ritüellerine defalarca tanık oluyorum; Kocabahçe’de, İnbükü’nde, Adaboğazı’nda, Halki Adası’nda. Ekmeği peşinde koşan insanların ciddiyeti ile koşturuyor balık sürülerinin ardından, kim ne yapmış, ne demiş umurunda değil. Bu birlikteliklerde benim payıma hep hayret ve sevinç düşüyor, onunkineyse bolca balık.
Knidos’ta büyük limandayız. Akdeniz’e bakan tepelerin üzerinde bir şahin havada asılı duruyor. Antik Knidos kentinin eski ihtişamını mı arıyor gözleri yoksa av mı peşinde belli değil. Uzun süre seyrediyor yeryüzünü. Sonra kurşun gibi dalıyor çalılıklara, bir av yakalamış olsa gerek, tekrar havalanıp uzaklaşıyor Ege denizinin yamaçlarına doğru. Başımı gökten çevirip iskelenin martılarına bakıyorum sonra. Balıkçılar ağlarını temizliyor, toplanmışlar sandalların başına. Çığlık çığlığa atlıyorlar ganimetlerin üzerine. Bir tanesi ağzında kırmızı bir balıkla havalanarak yanımızdan geçiyor. Derhal deklanşörüme basıp fotoğraflıyorum bu uçuşu. Martı ve kırmızı balık ölümsüzleşiyor.

Gökova’daki bir koydayız. Bir halep çamının dalları suyun üzerine doğru uzanmış, iğneli yaprakları suyu yalıyor. Maviyi bulmak için ağacın yeşilini aşıp daha derinlere dalmak gerek.
Şnorkelimle atlıyorum denize. Ağaca doğru yüzüyorum suyun dibinde. Tam dalların altından çıkıyorum suyun yüzeyine. Ağustos böceklerinin sesi çınlarken kulaklarımda, başımı göğe doğru çeviriyorum ve o anda fark ediyorum yaprakların arasındaki kıpırtıyı. Bir çalıkuşu dolaşıyor dalların üzerinde. Minicik gövdesiyle kıpır kıpır, enerji dolu. Tepemde çalıkuşu, suda dikiliyorum bir müddet. Tuhaf bir duygu kaplıyor içimi. Tıpkı Edip Cansever’in dizelerindeki gibi.
İşleniyorum dünyaya
Uçsuz bucaksız bir kumaşa işlenir gibi
O gün Gökova’ya işleniyorum o çamın altında, kanatlarını açmış rengarenk bir dünyaya..