
Bir Ahtapot Hikayesi
29 Aralık 2021
Bizim Güzel Ülkemiz ve Kuşlar
17 Mart 2022“Tanyeri ışıdı ışıyacaktı. Deniz sütlimandı, apaktı. Küreklerin şıpırtısından başka ses yoktu. Martılar daha uyanmamıştı. Gün doğmadan önceleri, dünya dümdüzken, deniz işte böyle sonsuz bir aklığa keser.”
Yaşar Kemal’in “Bir Ada Hikayesi” serisinin(*) ilk kitabı bu paragrafla başlar. Bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine aldığım bu seriyi okumaya başladığımda Pendik’teki marinadan yeni ayrılmıştık. Hava tıpkı Yaşar Kemal’in tasvir ettiği gibiydi.
Trilye’ye varıncaya kadar birinci kitabın neredeyse ortalarına gelmiştim. Balkan, Sarıkamış, Çanakkale, 1. Dünya savaşları ile göç ve mübadele sırasında yaşanan acıları ele alan hikaye, Yunanistan’a göç ettirilen Rumların boşalttığı bir adada geçiyordu. İnsanların bin bir emekle kurdukları hayatlardan nasıl koparılıp bilinmeze atıldığını, gidenin de gelenin de mutlu olmadığı hayatları, savaşın getirdiği yoksulluk ve yoksunluğu o muhteşem diliyle anlatıyordu Yaşar Kemal.
Hikaye beni o kadar içine aldı ki, daha önce ziyaret etmiş olduğum Trilye gözüme bambaşka göründü. Limana bağlandıktan kısa bir süre sonra göçün ve mübadelenin izlerini sürebilmek için kendimi Trilye’nin sokaklarına attım. Sohbet etme imkanı bulduğum insanların çoğu birkaç kuşak öncesinden Girit göçmeniydi. Rum nüfusu açısından bölgede Mudanya’dan sonra en kalabalık yerleşim yeriymiş Trilye. Mübadele ile gidenlerin yerine Selanik ve Girit’ten Türk göçmenler gelmiş. Her yerde Rumlardan kalan izler vardı. Evler, kiliseler, manastırlar…Rumların kendileri değil ama eserleri varlığını koruyordu.
Zeytin kokulu bu beldeyi ertesi gün terk edip Marmara Adası’na doğru yelken açtık. İki gece kaldığımız adada fırsat buldukça okumaya devam ettim. Ne çok ızdırap, yoksulluk ve yoksunluk vardı mübadele ve göçün ardından. “Ne olursa olsun bir insanı toprağından koparıp almak, onun yüreğini koparıp almak gibi bir duygu değil midir?” diyordu kitapta Yaşar Kemal. Yüreği koparılıp alınmıştı yığınlarca insanın .
Acılar kadar güzellikleri de çok görkemli anlatıyordu büyük usta. Ada sokaklarında dolaşırken aklıma kitaptaki betimlemeler geliyordu hep. “Ada pespembe bir ışığa batmıştı. Pembe ışık denize yansımış inceden dalgalanıyordu.” Marmara Adası hakikaten çok güzeldi ama Rumlardan sonra yapılan binalara bakıldığında bütün büyü bozuluyordu. Nüfusun büyük bir ağırlığını oluşturan Rumlar mübadele sonrası gittikleri Halkidiki yarımadasında Yeni Marmara adında yerleşim yeri kurmuşlar. Rumların yerine ise çoğunlukla Karadeniz’den insanlar gelmiş.
Bir sonraki durağımız mübadeleden muaf tutulmuş ender yerlerden biri olan Bozcaada’ydı. Yirminci yüzyılın başında adadaki nüfusun yarısını Rumlar oluşturuyormuş. 6-7 eylül olayları ve Kıbrıs meselesi sonrasında çoğu göç etmeyi tercih etmiş, neredeyse hiç Rum kalmamış adada. Bozcaada’da çok sevdiğimiz bir aileyi ziyaret ettik. Bize domates, patlıcan reçeli ve damla sakızlı kurabiye ikram ettiler. Aslen yörük kökenli olan bu aile bütün bu ikramların yapımını, bir dönem birlikte yaşadıkları Rum komşularından öğrendiklerini söylediler. Evlerin ve kiliselerin çok iyi korunduğu bu güzel adadan yüreğimiz sımsıcak ayrıldık.
Dördüncü durağımız Ayvalık’tı. 1900’lerin başında Fransa ve Büyük Britanya İmparatorluğu dahil olmak üzere beş ayrı ülkenin konsolosluğunun bulunduğu Ayvalık’ın nüfusu 30.000 kadarmış. İlçedeki Rumların büyük bir kısmı 1917’de Anadolu’nun içlerine gönderilmişler. Mübadele sonrası da kalanlar Yunanistan’a gitmiş, yerlerine Girit, Makedonya ve Midilli’den Türkler gelmiş. Billur gibi denizi, zarif evleri, zengin mutfağı ile Ayvalık çok güzel bir ilçe. Kalbimizi bu sefere de Ayvalık’ta bırakıp karşıya, Midilli adasına geçtik.
Mültecilerin Türk kıyılarından botlara binip akın akın Yunan adalarına gittiği seneydi. Haberlerde az çok görüyorduk neler olup bittiğini ama bizzat şahit olacağımız hiç aklımıza gelmezdi. Marinadaki ikinci günümüzde Midilli’yi daha iyi tanıyabilmek için bir araç kiralayıp adayı gezmeye karar verdik. Yola çıktığımız anda adeta bir film setinin içine girmişiz hissine kapıldık. Yol boyunca her yer öbek halinde insanlarla doluydu. O sıcakta ellerinde ufak bir çıkınla şehir merkezine doğru yürüyorlardı; onlarcası, yüzlercesi… Sonradan öğrendik ki çoluk çocuk insanlar geceleri botla adaya varıyor, gün doğumuyla birlikte dağ ve tepelerin eteklerini tırmanarak yola çıkıyor ve merkeze doğru yürüyüşe geçiyorlarmış. Hedefleri merkezdeki mülteci kampında işlemlerini yapıp Avrupa ülkelerine uçmakmış. “Ahh savaş, seni icad eden görmesin cennet.“ diyordu kitabında Yaşar Kemal. Şavaş insanları ne kadar çaresiz hale getiriyordu ki bunca tehlike ve zahmeti göze alıyorlardı.
Şahit olduğumuz manzaradan duyduğumuz üzüntü ve şaşkınlık içinde adanın diğer ucundaki yerleşim yerine, Morivos’a vardık. Burada Bozcaada doğumlu bir beyefendi ile tesadüfen karşılaşıp tanışmamız yüzümüzü güldüren hadise oldu. Yorgo adındaki bu beyefendi çok sevdiği Bozcaada’dan 1960’larda göç etmek zorunda kalmış. Bize adadaki evini ve o eski güzel günleri anlattı. Gözlerindeki hüzün ve özlem çok dokunaklıydı.
Midilli adasından ayrılırken mülteci dramına tanıklığımız devam ediyordu zira sadece ada değil, denizin üstü de mültecilerin izlerini taşıyordu. Pet şişeler, ayakkabı tekleri, kıyafetler… İçimiz acıyarak Foça’ya geçtik…
Büyüleyici doğası, dingin yaşamı ve tarihi taş evlerinin güzelliğiyle Eski Foça, ruhumuzu dinlendirebildiğimiz yerlerden biri oldu. Yaklaşık 3000 yıl önce kurulan Foça İÖ 9. yüzyılda önemli bir İon yerleşkesiymiş. 15. yüzyılda Osmanlı’nın yönetimine geçen Foça’nın 1893 yılındaki nüfusunun çoğunluğu Osmanlı tebaasının dışındaki insanlardan oluşuyormuş. Tabii ki günümüz Foça’sı bambaşkaydı. Burası da savaşlardan, göçlerden fazlasıyla nasibini almış yerleşim yerlerinden biriydi. Sahilde turistik gezi yaptıran “Karanfilli Doğan” lakaplı bir faytoncudan, dedelerinin Girit’ten Türkiye’ye uzanan göç hikayesini dinledik. Ne çok acı ve hüzün vardı bu coğrafyada.
Bir Ada Hikayesi serisinin son kitabını Foça’da bitirdim. ”İnsana ne olursa olsun, başına ne gelirse gelsin, insan umudunu kesmemeli” diyor Yaşar Kemal kitabında. “Kutsal olan sevgidir. Her iyilik her güzellik bununla birlikte gelir” diyor bir başka yerde de. Büyük acıların ve kayıpların anlatıldığı bu hikayede her şeyi bir kenara bırakıp iki sözcüğe sığındım ben de, umuda ve sevgiye…
(*)Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana; Karıncanın Su İçtiği; Tanyeri Horozları; Çıplak Deniz Çıplak Ada