Bundan üç yıl kadar önce Bozcaada’dan aşağıya, güneye doğru inerken daha önce hiç gitmediğimiz Babakale’deki balıkçı barınağında bir geceliğine konaklamaya karar verdik. Salt meraktan uğradığımız bu yeri çok sevip de dört gün kalacağımız hiç aklımıza gelmezdi. Nüfusun yaklaşık beş yüz civarında olduğu bu köy dostane insanları, müthiş güzel günbatımı, yeşillikler içindeki sevimli taş evleri, berrak denizi ve lezzetli deniz ürünleriyle çok müstesna geldi bize.
Babakale’nin en büyük özelliği Asya Kıtasının bittiği yer olması. Bababurnu denilen bu en uç noktayı Piri Reis rüzgarın başladığı yer olarak tarif edermiş. Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nde de geçen bu yerle ilgili bir de hikaye var. Bir rivayete göre Osmanlı donanmasında adı “Peksimet Yemez Latif Baba” olarak bilinen bir denizci ölünce Babakale Burnu’na gömülmüş. Donanma buradan her geçişinde denizciler uğur getirsin diye türbenin bulunduğu tarafa doğru peksimet atarlarmış. Bu geleneğin günümüzde de bazı denizciler tarafından devam ettirildiğini biz Babakale’de kalırken öğrendik. Ancak peksimet yerine daha çok ekmek kırıntısı atılıyormuş.
İlk günün öğle sonrasını teknedeki rutin işlerimizi yaparak geçirdik. Tekneyi temizledik, suyumuzu depoladık, elektronik cihazlarımızı şarj ettik. Tüm bu işleri Müslüm Gürses’in şarkıları eşliğinde yaptık zira bitişiğimizdeki balıkçı teknesindeki balıkçılar ağları temizlerken yüksek sesle Müslüm’ün parçalarını dinliyorlardı. Kendimi “İtirazım Var” şarkısına eşlik ederken bulduğumda gülümsemeden edemedim. Güneş gök yüzünde pırıl pırıldı. Telaş içinde uçan martılar limana girmekte olan balıkçı teknelerine eşlik ediyorlardı. Havada iyot ve yosun karışımı mis gibi bir deniz kokusu vardı. Böyle güzel bir günde neye itirazım olabilirdi ki…
Balıkçıların Müslüm sevgisinin ne boyutta olduğunu limanda park ettikleri arabalarını görünce daha iyi anladık. Arabanın arka camı olduğu gibi Müslüm Gürses’in posteriyle kaplanmıştı. Biraz sohbet ettiğimizde bu posterin trafik çevirmelerinde bile faydasını gördüklerini, seveni çok olduğu için kendilerine sempatiyle yaklaşıldığını söylediler. Bu arada konu yöredeki balıkçılığa gelince, Babakale ve civarının kalamar açısından çok zengin olduğunu, sırf kalamar yemek için insanların bu köye uğradığını öğrendik. Akşamki programımız hemen belli oldu, deniz kıyısındaki bir restoranda kalamar yemek elzemdi artık.
Babakale’deki ikinci günümüzde yanımıza İngiliz bayraklı bir tekne bağlandı. Yetmiş yaşlarındaki kaptan kendisinin Anzak torunu olduğunu, karısı ve dostlarıyla birlikte dedesinin mezarını ziyarete geldiklerini söyledi. Ertesi sabah erkenden Çanakkale’ye doğru yola çıkacaklardı. Sohbet imkanı bulduğumuz o akşam kendilerine büyük bir gururla Atatürk’ün sözlerini söyledik, daha doğrusu Atatürk’ün adını anarak aşağıdaki sözlerini birkaç cümle ile özetledik.
“Bu memleketin toprakları üzerinde kanlarını döken kahramanlar. Burada bir dost vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükun içinde uyuyunuz. Sizler, Mehmetçiklerle yan yana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar. Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat uyuyacaklardır. Onlar, bu toprakta canlarını verdikten sonra, artık bizim evlatarımız olmuşlardır”
Bu sözler Avustralyalı teknecileri çok duygulandırdı. Ertesi sabah iyi seyirler dileyerek halatlarını çözüp yolcu ettik onları.
Babakale’de günlerimizin büyük bir çoğunluğunu köy kahvesinde taze karadut suyu veya çay eşliğinde kitap okuyarak, limanın ilerisindeki sahilde denize girerek ve teknemizde dinlenerek geçirdik. Limanın yanındaki çay bahçesi de keyifli zaman geçirdiğimiz yerlerden biri oldu. Bu çay bahçesinde köy kadınları dönüşümlü olarak gözleme, kek, börek gibi yiyecekler satarak kendilerine bir gelir kapısı yaratmışlar. Her gün uğradığımız bu mekanda çok lezzetli sarmalar, börekler, otlu çörekler yedik.
Akşamüstlerini köy sokaklarında dolaşıp yöre insanları ile sohbetler ettik. Herkesin birbirini tanıdığı bu köyde evlerin kapılarını kilitleme ihtiyacı duymadıklarını bu vesile ile öğrendik. Bir dönem büyük şehir insanların ilgisini çekmiş olan Babakale’de özenle yapılmış evler ve birkaç otel vardı. Ancak köy, aktif bir turizmin izlerini taşımıyordu.
Babakale’de en keyif aldığımız şeylerden biri Babaurnu Kale’si üzerinde gün batımını seyretmek oldu. III.Ahmed tarafından yaptırılan bu kale Osmanlı döneminde inşa edilen en son kale olarak da biliniyor. 1723 yılında yaptığı deniz seferindeki fırtınadan korunmak için Ayvacık kıyılarına sığınan III. Ahmet, yöre halkının korsan saldırılarından bıkıp usandığını öğrenince bu kalenin yapılmasını emretmiş. Sonrasında da kalenin yapımında çalışan tüm mahkumları çıkardığı ferman ile özgürlüklerine kavuşturmuş. Yapılan restorasyonlar sayesinde kale günümüzde de dimdik ayakta duruyor. Köyü eskisi gibi korsanlardan korumak yerine gün batımını seyretmeye gelen bizim gibi insanlara ev sahipliği yapıyor.
Dört günün nasıl geçtiğini anlamadan veda ettik Babakale’ye. Bababurnu’ndan ayrılırken denize ekmek kırıntıları atmayı da ihmal etmedik. Bu ritüelin uğurundan mıdır bilinmez o yılki yazımız çok dingin ve huzurlu geçti.