İnsanın kendini olduğu gibi kabul edebilmesi ve kendi ile barışık olabilmesi, iç huzuru yakalayabilmenin olmazsa olmazıdır ama ne yazık ki çoğumuz eleştiriyel iç sesimizin otoriter bakış açısı altında yaşarız. Koçlukta bizi sürekli sabote eden iç sese gremlin deniliyor. Gremlinlerin özelliği statükoyu koruması, her daim korkması ve korkutma yoluyla kişiyi geri çekilmeye zorlamasıdır.
Beynimizin içinde bilirkişi rolü oynayan ve sürekli bize buyruklar vererek, neyi yapıp neyi yapamayacağımızı söyleyen iç sesin oluşmasının temel olarak iki sebebi olduğunu söylüyor psikolog ve nörobilimciler. (**)
Birincisi beynin negatif yönde eğilimli olması.
Milyonlarca yıllık gelişimi içinde beyin tehlikeye karşı sürekli hassas ve duyarlı konumda olmak üzere evrimleşmiş. Tehdit olarak algıladığı her durumda negatif iç sesimiz devreye giriyor. Yarattığı korku ile birlikte sanki bir güvenlik sorunu varmışçasına ilkel/sürüngen beynimiz işbaşına geçiyor. Beynimizin “kaç ya da savaş” tepkisine ayarlı olan bu kısmı olaylara ilişkin farkındalığımızı yok ederek gelecekte bizim için çok daha iyi olabilecek davranış ya da yaklaşımlardan bizi mahrum ediyor.
Negatif iç sesimizin ikinci sebebi ise çocukluğumuzda aldığımız mesajlar.
Neyin sevgi, onay ve başarı getireceği, hangi davranışlarımızın bu çerçevede makbul olduğu çoğunlukla çocukluğumuzda öğretilir bize. Çok azımız olduğumuz gibi kabul edilerek sevgi görürüz. Annelerimiz, babalarımız, öğretmenlerimiz ve diğer otorite figürleri sürekli telkinde bulunurlar bize. “Şöyle yaparsan değer görürsün, böyle yaparsan başarılı olursun, sen zaten şöylesin, sen zaten böylesin…gibi.” Bu mesajları zaman içinde benimser ve içselleştiririz.
Ruhumuzun alacakaranlık bölgesini oluşturan bu negatif iç ses geçmişimizle sürekli bağlantı halindedir. Ona göre değişen hiçbir şey yoktur. Dünya halen korkutucu ve tahmin edilemezdir. Çocukluğumuzdaki o küçücük, kırılgan halimizle yetişkinlik halimiz arasında bir kopukluk oluşur ve biz geçmiş ruh halimize takılıp kalırız. Bu durum olaylara bakış açımızda bir çarpıklık yaratır. Ergin tarafımız ‘’bunu yapabilirsin, şunu gerçekleştirebilirsin…” der. İç sesimiz ise değişime direnerek konfor alanımızdan çıkmamamız için bize bir sürü şey dikte eder. Çoğunlukla ikna edici söylemlerdir bunlar zira hayatımızda bir şeyler kötü gitse dahi o rahatsızlığın içinde bir konfor alanı yaratırız. Bunun için de değişim ve dönüşümü çok arzulamamıza rağmen bizi sınırlayan inançlar haline gelmiş o iç sesimizi dinleriz.
Peki ama bu konuda ne yapabiliriz? Bizi sabote eden iç sesimizden kurtulmak mümkün mü?
Şimdi bu önerileri bir kenara bırakalım ve günümüz dünyasına bir bakalım.
Tüketime yönelik ve rekabetçi olan yirmi birinci yüzyıl dünyasında negatif iç sesi tetikleyen bir çok etken var. Belli bir zeka yapısı, vücut tipi ve başarı şeklinin makbul olduğu modern toplumda sürekli kıyas halindeyiz. Tüketim toplumu kendini yetersiz görme fikri üzerinden besleniyor. Facebookta, instagramda, linkedinde devamlı değerlendiriliyoruz. Kendimize başkalarının gözünden bakma ihtiyacı olumsuz iç sesimizi açığa çıkarıyor.
Günümüzde önceliklerimizi, sahip olduklarımızdan ziyade özlemlerimiz ve arzularımız oluşturuyor. Bunların çoğu derin içsel arayışlarımız sonucu ortaya çıkan, değerlerimizi yansıtan ve bizi gerçekten tatmin edecek konulara ve nesnelere yönelik değiller. İplerimiz adeta pazarın elinde. Doğrusu, sistem, çocukluktan gelen ve üzerinde pek de kontrolümüz olmayan iç ses adı altındaki beynin bu negatif yönelimini çok iyi kullanıyor.
The Century of The Self adlı belgeselde(***) insanların bilinç altındaki duygularının şirketler ve hükümetler tarafından ta yirminci yüzyılın başlarından itibaren nasıl da ustalıkla kullanılıp yönlendirildiği çok güzel bir şekilde anlatılıyor.
Mukayese ve rekabet duygusunun sürekli diri tutulduğu günümüz dünyasında iç sesimiz, hayata bakış açımızın bir yansıması olarak ortaya çıkıyor. O zaman tekrar soralım;
“Peki ama bu konuda ne yapabiliriz?”
Önerilenler - kendini sevmek, kendine şefkat göstermek, şükretmek- elbetteki üzerinde çalışmaya değer konular. Ancak hepsinden önce, kendi yaşam biçimi ve önceliklerimizi dikkate alarak konuya daha geniş bir perspektiften bakmaya çalışmak ve bu yönde farkındalığımızı arttırmak çok daha önemli görünüyor. İstek ve arzularımızın hangileri bizleri motive eden değerlerimizden kaynaklanıyor, hangileri bize dayatılanların sonucu? Seçeneklerimizin ne kadar farkındayız? Bizi destekleyen inançlarımız neler? Peki ya desteklemeyenler, kimlere aitler? Bu sorulara verilecek yanıtlar kendimizi sevmek, şefkat göstermek ve yürekten şükretmek için daha gerçekçi ve samimi sebepler bulmamıza yardımcı olacaktır.
(*) Emotional Agility (Duygusal Çeviklik) Susan David
(**)Happiness Track Emma Seppala-The Self Acceptance Project (Tami Simon) If You are So Smart, Why aren’t You Happy? (Raj Raghunathan) – Against Self-Criticism-Brainpickings
(***)Ben Devri-Türkçe Alt Yazılı